KEİG olarak 10-12 Nisan 2019 tarihinde Nepal’in başkenti Katmandu’da 50 ülkeden 500’den fazla kişinin katıldığı Crea konferansına katıldık. Toplumsal mücadele ve örgütlenme alanlarını; esas olarak feminist mücadeleyi, mücadelenin içerdiği/içermediği/yeterince içermediği meseleleri yeniden düşünmek, yeniden tahayyül etmek ve hareketleri yeniden biçimlendirmek esas amaçtı.
Bu konferanstan öğrendiklerimizi paylaşmak için aşağıdaki notları hazırladık. Özellikle Güney ülkelerindeki feminist hareketlerin gündemlerini, mücadele alanlarını ve örgütlenme pratiklerini merak edenler için yararlı olacağını umuyoruz.
Crea Konferans kendisini şöyle tanımlıyor:
“Reconference günümüzün en zorlayıcı sosyo-politik meselelerine ve bu meselelerin feminizm, sanat ve teknoloji ile kesişimselliğine işaret ediyor. Kapsayıcı bir feminist adalet perspektifini inşa etmeye çalışan konferans, dünyanın her yerinden aktivistleri, sanatçıları ve dostları bir araya getirerek politikayı ve direnişi yeniden düşünmeyi, mücadele ve hareketlerimizi yeniden tahayyül etmeyi, değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve yeniden harekete geçirmeyi amaçlıyor. Kürtaj, rıza, engellilik, çevre adaleti, haz ve tehlike, seks işçiliği, cinsel yönelim ve cinsiyet çeşitliliği, spor ve teknoloji gibi konuları gündeme getirerek herkesi feminist geleceğimizi radikal bir yeniden-inşaya çağırıyor.”
Görüldüğü üzere konferans aslında mevcut feminist mücadeleyi, kendilerine göre yeterince içerilmeyen bu konularla birleştirerek yeniden kurma amacıyla tanımlıyor. Bu nedenle konferans boyunca engellilik, seks işçiliği, LGBTİQ, çevre gibi meseleler mevcut kadın ve feminist hareketlerin içermediği ya da yeterince içermediği meseleler olarak teşhis edildi. Bu nedenle bu konularda örgütlü olan kişilerin konuşmalarında sıklıkla “feminist hareket bizi içermiyor”, “biz de feminist mücadelenin parçasıyız” gibi ifadeler çok sık ifade buldu.
Yukarıdaki dokuz tema üzerinden panel, söyleşi, atölye çalışması, performans gösterisi, sergi, film ve belgesel gösterimi gibi onlarca paralel etkinlik yapıldı.
Genel Oturumlardan Notlar[1]
Programın ilk iki günü iki ana oturum ile açıldı. Bu iki ana oturum, kadın cinselliğinin, suç, şiddet ve yasaklama çerçevesinde kadının fail değil, kurban olduğu bir senaryo temelinde düşünülmesinin sorun ve sonuçlarını ele alıyordu. Kendimizi başkalarının cinselliğinin kurbanı değil de kendimizinkinin faili olarak nasıl kurabiliriz; rızayı nasıl ele alabiliriz; bu yaklaşım ceza yasalarında nasıl yer alabilir? Her şeyden önemlisi, tüm çeşitliliğimiz içerisinde nasıl mücadele edebiliriz, birbirimizden öğreneceklerimiz nelerdir? Farklı bedenler, cinsel tercihler, yönelimler, yaş ve seks işçiliği bizi ‘makbul ve norm bireyler’ ve ‘diğerleri’ olarak ayırmak yerine güçlü bir ittifakın fırsatı olarak kabul edilebilir mi?
Bunlardan ilki, “Faydadan çok zarar: Kriminalleştirmeye Meydan Okumak ve Feminist Kırılma Hatlarını Keşfetmek” ismini taşıyordu. Oturumun amacı, feministlerin kadına yönelik ayrımcılık ve suç biçimlerinin ceza kanunlarında bir suç statüsünde değerlendirilmesini talep eden mücadele stratejisini ve geçmişini eleştirel bir bakış ile ele almaktı. Kimi tespitler: Yasal reformları elde ediyoruz ancak yorum ve uygulamada ataerkil normların yeniden üretilmesine engel olamıyoruz. Yasal reformlar hızla elde edilebiliyor, ancak hızla elimizden kaçabiliyor. Yükselen muhafazakâr siyaset özellikle kadınların yasal kazanımlarına saldırı ile var oluyor. Meksika’daki örnek, reformların geri tepebileceğini gösteriyor: Aile içi şiddetin suç sayılmasından yıllar sonra ilgili suçlarda hapis yatanlar ağırlıkla kadınlar olmuş. Hem uluslararası haklar hareketi ve fonlama stratejisi, hem de ulusal düzeyde genel politik uzlaşı kadınlar ve kız çocuklarının güçlendirilmesi yerine, failin cezalandırılması üzerine kurulu. Bu bakış açısı, kadınlar ve kız çocuklarından makbul kurbanlar olmalarını istiyor. Özellikle cinsel suçlar söz konusu olduğunda cinselliği ve kendisini savunma kapasitesi olan özneler olmaları halinde onları acımasızca yargılıyor: Ne yazık ki kadın cinselliğinin inkârı ve bastırılmasına dayalı ahlak ve namus anlayışından uzaklaşamıyoruz. Seks işçileri, işlerinin suç olarak düzenlenmesinin ne kadar sorunlu olduğunu ifade ediyorlar. Suç olan toplumun ‘meşru ilişkilerinin’ dışına itiliyor ve bundan zarar görenler yine seks işçileri oluyor.
İkinci günün ana açılış oturumu da bu sefer rıza üzerineydi: “Pek Çok Hali ile Rıza”. Tam ve özgür rıza, şiddetin ve kadına yönelik şiddetin cezalandırılması ile ilgili temel bir hukuksal terim. Ancak yargıda da ifade bulduğu hali ile rızaya ilişkin varsayımlar ve normlar kimi grupları etkili şekilde hukuk koruması dışına itiyor: Seks işçileri, nasıl her koşulda cinselliğe yönelik bir otomatik rızaları olduğunun varsayıldığını ve böylece kişilik hak ve özgürlüklerinin tamamen ellerinden alındığını deneyimleri ile aktardılar. Sonra da seksin bir iş kapsamında deneyimlenmesinin topluma ne öğretebileceğini açıkça ortaya koydular. “Bizim işimizde evet evet ve hayır da hayır anlamına gelir.” dediler.
Konu cinselliğe gelince bu basit gerçeğin kabul edilmemesi kadınlar, çocuklar ve LGTBİ bireyler aleyhine işleyen bir rıza yoklamasına yol açıyor. Kadınların cinselliğe ‘evet’ diyemedikleri bir toplumda ‘hayır’ demeleri de kolay değil. Bangladeş’ten ünlü avukat Sarah Hossain, çocuk yaşta, erken ve zorla evliliklerden yola çıkarak uluslararası ve ulusal kalkınma ve insan hakları savunuculuk perspektiflerinin erken evlilikler konusunda, evliliğin sadece ertelenmesi, ancak zaruretinin kabulüne dayandığını ve kızlar ve kadınların kaderlerini evlilik ile belirleyen bir ufka hapsolduğunu anlattı. İlginç bir sunuş da alternatif cinsellikler üzerine BDSM konusunda sunum yapan bir aktivistten geldi. Cinselliğin bu halinin zayıfın kontrolü esasına dayandığını ancak cinselliği şiddet ve suç çerçevesi dışarısında göremeyen perspektiflerin sınırsız bir yasaklama çabasında olduğunu iddia etti. Kürtajın 1993’e kadar yasal olduğu ve bugünlerde sınırlanmasına çalışıldığı Polonya’dan bir aktivist, bu muhafazakâr kalkışmanın eski ve yeni kuşak kadınları feminist mücadelede bir araya getiren etkisinin altını çizdi. Kürtaja rızanın etkin ve sonuç doğurucu olmadığı hallerde kadınların cinselliklerinin faili olması nasıl beklenebilir? Engelli kadınların sunumlarında defalarca engellilerin cinselliği olan bireyler olduğu vurgulandı. Hâkim toplumsal normlar ve hukuksal yorumların onları cinselliği olmayan ve/veya cinselliğin kurbanı konumunda kabul etmesinin ne kadar kapsamlı bir hak ihlali ve bir dışlama pratiği olduğu ifade edildi.
Bazı Meseleler ve Deneyimler
Kürtaj
Arjantin, İrlanda, Kenya ve Polonya’dan deneyimler aktarıldı. Kürtaj meselesi birçok ülkede kadın hareketlerinin önemli mobilizasyon ve örgütlenme kaynaklarından biri. Örneğin Arjantin’de yaklaşık 14 yıldır süren kürtaj hakkı kampanyasından 600’den fazla örgüt çıkmış durumda. Bu kampanyanın bileşenleri yasal kürtaj hakkı için geçmişi daha eskiye dayanan feminist örgütlerle, sendikalarla ve diğer sivil örgütlerle güçlü işbirlikleri kuruyorlar. İnsan hakları örgütleri Arjantin’de çok güçlü olduğu için, aktivistler sürece onları dâhil etmeye çalışıyorlar. Başka örneklerde de kamusal alanda yasal kürtaj hakkı talebini yükseltmek için sağlık çalışanları ve doktorları devreye sokmak önemli bir taktik olarak görülüyor. Örneğin Arjantin’de doktorlar “Doktorum ve yasal kürtajı savunuyorum” açıklaması yaparak harekete destek veriyorlar. Kampanyaların farklı duyuru ve destek toplama stratejileri var. Mesela kadınlar özellikle sağlık alanından destekçi toplamak için “O senin kız kardeşin olabilirdi” tarzında sloganlar üretiyorlar. Yani bu deneyimlerde doktorların kampanyalardaki kritik rolünü görüyoruz. Kürtajın kriminalize edilmesini ve damgalanmasını önlemek için “Kürtaj bir medikal durumdur.” söylemini sıkça kullanıyorlar. Kürtaj kampanyalarının bir başka önemi, kadınlar için kuşaklar arası bir mobilizasyon ve dayanışma hattı kurması.
İklim Değişikliği, Çevre Mücadelesi ve Kadınlar
Güney ülkelerindeki çevre mücadeleleri ve bu hareketler içinde kadınların rolü üzerine önemli sunuşlar ve belgesel gösterimleri yapıldı. Sunumlardan biri Hindistan’ın Narmada bölgesinde neredeyse otuz yıldır süren bir halk hareketiyle ilgiliydi ve sunumun başlığı Narmada Mücadelesinin Kadın Savaşçıları idi. Özellikle baraj yapımına ve yerinden edilmeye karşı oluşan Narmada Mücadelesi kadınların da önemli rol oynadığı bir hareket. Hareketin yükselmesiyle birlikte kalkınma ikilemi üzerine tartışmalar doğmuş. Aslında Güney ülkelerindeki iklim değişikliği ve çevre mücadelesi meselesi büyük ölçüde ‘kalkınma-kalkınma karşıtlığı’ ikiliğini zorunlu olarak getirmiş. Örneğin hükümet halka hiçbir bilgi vermeden ve danışmadan Narmada Vadisi’ni büyük şirketlere açmış ve baraj yapımına izin vermiş. Sunumu yapan Nandini Oza, buradan bir “kalkınma için-kalkınma karşıtı” ikileminin çıktığını söyledi. Hükümet, “bunu milli kalkınma için yapıyoruz” derken insanlar buna karşı çıkıyor ve yıllardır kitlesel protestolar düzenliyorlar. Hareketin içindeki kadınlar da mevcut kalkınma söylemine itiraz ediyor ve çevre adaleti için mücadele ediyorlar. Hükümet onları “Milli değilsiniz, kalkınma karşıtısınız” diyerek suçluyor. Hareket ise şu soruları soruyor: “Kalkınma ne?”, “Kim için kalkınma?”, “Milli olan ne?”
Bu baraj yapımı nedeniyle çok sayıda insan köylerinden, yerlerinden edilmiş durumda. Hükümet insanları köylerinden sürmek için önce polis yığınağı yapıyor. Bu işe yaramazsa köyleri sular altında bırakıyor. Ayrıca kuraklık ve balıkların ölmesi baraj yapımının bazı sonuçları ve bu geçimlik üretim yapan köylüleri, özellikle kadınları çok kötü etkilemiş durumda.
Talepleri çok basit: “Hükümetin planını görmek, incelemek, söz hakkına sahip olmak ve bunun parçası olmak istiyoruz.” Nandini Oza, Narmada halkı ile yaptığı sözlü tarih çalışmasında kadınların anlatılarını aktardı. Bu anlatılarda dikkat çeken şeylerden biri, kadınların kültürün ve gelecek neslin yok olacağına dair endişeler taşımaları. “Ülke böyle mi kalkınacak?” diye soruyorlar. Çünkü onlara göre kalkınma nehirlerin özgürce akması ve temiz çevre demek. “Milli kalkınma için bazı fedakârlıklar gerekir” ana akım söylemini kabul etmiyorlar. Yerlerinden edildikleri için hayatlarında ilk defa ‘borç’ kavramıyla karşılaştıklarını ve gittikleri yerlerde para harcamak zorunda kaldıklarını, yüklerinin arttığını söylüyorlar. Çünkü gittikleri yerlerde geçimlik üretim yapabilecekleri bir alan yok.
Özellikle güney ülkelerinde yüz binlerce kadının çevre bozulması nedeniyle göç etmek zorunda kalması, “feminist hareket/kadın hareketleri bu konuyu ne kadar içeriyor?” sorusunu gündeme getiriyor.
İklim değişikliği ve çevre adaletiyle ilgili gösterilen iki kısa belgesel film, The Hidden Burden of Climate Change:
- Filipinler https://vimeo.com/164586942
- Malezya https://www.youtube.com/watch?v=2PrRN5YLa_U
Bu filmler iklim değişikliğinin cinsiyetli olduğunu ve kadınların yüklerini çeşitli biçimlerde artırdığını gösteriyor. Örneğin Filipinler’de sular kirlendiği için tek geçim kaynakları olan balıkçılık artık hayatlarını geçindirmeye yetmeyince, kadınların ev içi yükleri artıyor ve artık çocuklarına bakamadıkları için daha fazla doğum kontrol yöntemlerine başvurmak zorunda kalıyorlar. Bu, iklim değişikliğinin cinsel yeniden üretim ve sağlığını nasıl etkilediğine dair oldukça çarpıcı bir örnek.
Konferansın son günündeki ilk genel oturumda da Latin Amerika ülkelerinden kadınların “Bizim Bedenimiz, Bizim Toprağımız: Feministler Çevreyi Savunuyor” başlıklı deneyimlerini dinledik. Guatemalalı feminist aktivist, yerli lider ve çevre adaleti savunucusu Lolita Chavez bölge meclisinin nasıl ilk kadın yöneticisi seçildiğini, kendisini nasıl feminist olarak tanımlaya başladığını ve beden politikalarını nasıl keşfettiklerini anlattı. Kendi bölgelerinde 32 madencilik lisansının iptalini sağlamışlar. “Bana bu nedenle cadı dediler, beni kalkınma karşıtı olmakla suçladılar” dedi.
Emek
Kadın emeği konusu bu konferansta bir tema ve başlık değildi. Kimi zaman seks işçiliğinde [“Seks işçiliği iştir.”] kimi zaman çevre mücadelesinde [Kadınların özellikle geçimlik üretimden koparılması sonucunu getirdiği ve ev içi yükünü artırdığı için] emek ve çalışma konusu gündeme geldi. Bu sırada Endonezya Kadın Örgütü (The Indonesian Women’s Union/Seruni) ile tanıştık. Seruni kendisini emperyalizm ve feodalizm ile mücadele eden üyelik temelli bir kitle örgütü olarak tanımlıyor. Yaklaşık iki bin üyesi var; üyeleri arasında farklı sektörlerden kadın işçiler, göçmen işçiler, köylüler, öğrenciler, kentli yoksul kadınlar ve profesyonel çalışanlar var. Politik, ekonomik ve kültür olmak üzere üç ana program uyguluyorlar. Toprak reformu, yabancı şirketlere karşı yerli sanayinin teşviki, işyerlerinde kadınlar için regl ve annelik izni; çocuk bakım ve emzirme odaları; iş yaşamında her türlü cinsiyet ayrımcılığının engellenmesi; ücret artışı, iyi çalışma koşulları, grev hakkının tanınması gibi talepleri var. Ayrıca yoksul köylüleri ve küçük üreticileri sömürdükleri ve yok ettikleri gerekçesiyle “emperyalistlere, burjuvaya, işbirlikçilere, toprak sahiplerine ve bürokratik kapitalistlere karşıtlık” da öne çıkan söylemleri arasında. “Halkın üretimi ve tüketimi için kooperatif teşvik etmek ve kurmak” yapılan çalışmalardan biri. Seruni üyelerinden biri ile görüştüğümüzde birçok köyde sadece kadınlardan oluşan komün evler olduğunu, bu evlerde özellikle şiddet görmüş ve boşanmış kadınların hep birlikte çalışıp [ağırlıklı olarak kahve üreterek] çocuklarına ortak baktıklarını söyledi.
[1] Konferansın genel oturumlarının özetleri için bkz. https://reconference.creaworld.org/blog/
KEİG Platformu
6 Haziran 2019